top of page

BORA

Her pazartesi olduğu gibi yine işe geç kalmıştı Bora. Fabrikanın kapısından içeri adım attığı anda ruhunu buruşturan makine sesleri ve radyoda çalan iç karartıcı müziğin bir parçası oluverdi hemen. Son iki yıldır sabahları yataktan küfürler yağdırarak kalkıyor, bu kahrolası işten en kısa zamanda kurtulması gerektiğini söylenip duruyordu. Ne var ki halen bu devasa duvarlar arasına sıkışmış iki yüz küsur işçiden biriydi.

 

Ağır adımlarla yürüyüp makinesinin başına geçti. Yüzündeki öfkeli ve bezgin ifadeyle bir süre etrafı süzdü, ustayı arıyordu gözleri. Yine her zamanki gibi gelip hesap soracak, mazeretini mantıksız bulunca bir iki sinir bozucu laf söyleyip gidecekti. Birkaç istisna dışında bu ustaların hepsi böyleydi, daha önce onlarca tekstil fabrikasında çalışmış, hepsinin huyunu suyunu çözmüştü. Diğer işçiler gibi yalaka olamıyordu; zaten usta da patronun yalakasıydı. Sabahtan akşama kadar makine sesi, kumaş tozu ve müzikle uyuşturulmuş bu korkak tavukların arasında haksızlığa ve baskıya olağan tepkiler vermesi, gittiği her yerde sivrilerek dikkat çekmesini sağlıyordu. O yüzden hiçbir ustayla geçinemez, sürekli iş değiştirip dururdu.

 

Biraz sonra usta, Bora’nın yanında belirdi.

 

”Nihayet patronumuz teşrif etmişler. Sizin saatleriniz, fabrikanın saatine göre biraz yavaş çalışıyor olmalı.”

 

“Mantıklı.”

 

“Mantıklı, öyle mi? Size mantıklı olan şeylerden bahsedeyim biraz. Özellikle pazartesi sabahları sizi makinenizin başında göremiyorum. Sebebini sorduğumda dalga geçer gibi saçma sapan sebepler sunuyorsunuz. Bundan önceki ustalarla da anlaşamamış, çalıştığınız bütün iş yerlerinden kovulmuşsunuz.”

 

“Ben çalıştığım hiçbir iş yerinden kovulmadım. Kafama eserse çıkar giderim.”

 

“Her ne haltsa, fark etmez. Sonuç olarak iş disiplini diye bir şey var ve siz bunu bir türlü öğrenemiyorsunuz. Maalesef burada işler sizin kafanızın içindeki esintilerle yürümüyor.”

 

Şu iş disiplini denen şeyden nefret ediyordu. Açıkçası fabrikadaki işlerin neye göre yürüdüğü ne ustanın, ne de işçilerin pek umrunda değildi, bu patronu ilgilendirirdi. Diğerleri sadece patrona para kazandırmaya programlanmıştı. Hepsinin yolunu patron çiziyordu, kalem olarak da ustaları kullanıyordu, hepsi bu. Fabrikada işlerin neye göre yürüdüğü Bora’yı ilgilendirmiyordu; onun hayatında işler, kafasının içindeki esintilere göre yürümüştü bugüne kadar, bundan sonra da öyle olacaktı. Bu esintiler onu çöküşe sürüklese de karamsarlığı hayatının bütününe yaymamıştı hiçbir zaman.

 

Aniden ayağa kalkıp ustanın suratına sert bir yumruk attı, adam sendelenerek arkasındaki makineden destek aldı. Bora cekedini giyerken gayet sakin bir tavırla, “Çok fazla konuşuyorsun,” dedi, “herkes çok fazla konuşuyor. Çok fazla.” Fabrikanın çıkış kapısına doğru ilerlerken usta az önceki olayı işçiler arasındaki pozisyonuna yediremediğini belli edecek kadar buyurgan bir ses tonuyla, “Cehennemin dibine kadar yolun var,” dedi. Bir süre ne söyleyeceğini düşündü, elindeki tornavidayı hızla yere fırlattı, “Pis herif, serseri herif!” diye bağırmakla yetindi. Açıkçası Bora onu dinlemeyi uzun zaman önce bırakmıştı. Aynı sakin tavırla karşılık verdi, “En azından benim bir yolum var ve yolumun nereye çıkacağı benim bile umrumda değil, kaldı ki seni hiç ilgilendirmez.”

 

***

 

Dışarı çıktığı anda, içerideki makine sesleri kulağında bir uğultuya dönüşmüştü. Gökyüzüne baktı. Ceketinin yakasını kaldırdı. Cüzdanından çıkardığı personel giriş kartını kırıp fabrikanın bahçesine fırlattı. Tekstilde çalışmaya başladığından beri sıkılıp bıraktığı on ikinci işti bu. Artık iş aramaktan da fena halde sıkılmıştı. Zaten bu bölgede iş bulması da gitgide zorlaşıyordu. Girdiği her ortamda uyum problemi yaşayan Bora’nın kötü ünü her geçen gün etrafa yayılıyordu. Buradaki tekstil fabrikalarında istihbarat CV ile değil, dedikodu ile sağlanırdı. Saatine baktı, on biri geçiyordu. Eski çalıştığı birkaç yerden alacağı vardı ama bu aniden çekip gitme huyu yüzünden ödemeyi sürekli erteleyip duruyorlardı. Parası bitmek üzereydi, bir şeyler yapmalıydı.

 

Bir sigara yakıp şehir merkezine doğru yürümeye başladı. Sanayi bölgesinin başıboş köpekleri, sabahı henüz uğurlamakta olan ılık güneş ışığıyla mayışmış bir halde kaldırımda uyukluyorlardı. Bora onları görünce gülümsedi. O sırada aralarından yaşlıca bir tanesi zar zor ayağa kalkıp boynunu bükerek karşı kaldırıma geçti. Zavallı köpeğin sol arka bacağı kırıktı. Buradaki köpekler, civar fabrikalardaki işçiler tarafından işkence gördükleri için insanlardan korkarlardı. “Hay Allah,” dedi yakarırcasına, “korkmana gerek yok, ben o insandan bozma iblislerden değilim.” Bora’nın yüzündeki o birkaç saniyelik tebessüm, şimdi yeniden öfkeli bir ifadeye dönüşmüştü. Bu köpekleri bu hale getiren işçiler, ustalarının fazla mesai talebi karşısında sessiz kalıyor, maaşları eksik verildiğinde boyunlarını büküyorlardı; tıpkı bu köpekler gibi… O “iş disiplini” denen zırvalarla sindirilen ezik ruhlarını, bu köpeklere işkence ederek tatmin etmeye çalışıyorlardı. Hangisine acımalıydı? Hangisi daha zavallıydı? Sigarasından son bir fırt çekip park halindeki son model, pahalı bir otomobilin üstünde söndürdü izmariti. Yeni bir sigara yakmak için cebinden paketini çıkarmıştı ki birkaç metre önünde Toyota marka kırmızı bir otomobil durdu, camı açıldı, içeriden ince bir ses:

 

“Bu kadar yavaş yürümek zorunda mısın sen!”

 

Bu sesi tanıyordu, Ebru’nun sesiydi bu. Sigara paketini cebine soktu.

 

“Bilirsin, yavaş yürümeyi severim. Acele etmemi gerektiren bir şey yok bu hayatta.”

 

“Bilmez miyim… Ne tarafa?”

 

“Merkeze doğru yürüyordum öyle, henüz belli bir rotam yok.”

 

“Her zamanki gibi desene! Atla o zaman.”

 

Ebru, Bora’nın geçen kış çalıştığı iş yerinin muhasebe sorumlusuydu. Esmer, beyaz tenli, genç ve gösterişli bir kadındı. Patronun metresi olduğu yönünde dedikodular dolansa da bu doğru değildi; Ebru, patronuyla hiç yatmamıştı. Böyle kadınlar cinsel cazibesini kullanarak birçok erkeği baştan çıkarıp parmağında oynatabilir ama sadece arzuladıkları erkekle yatarlardı. Bora bu kadını daha ilk günden çözmüş ve daha ilk günden dikkatini çekmeyi de başarmıştı. Açıkçası böyle güzel bir kadının kendisi gibi çulsuz bir adamda ne bulduğunu sorguluyordu kimi zaman ama nihayetinde bu pek umrunda değildi. Bora cinselliğe çok önem verirdi ve bu kadında aradığı hazzın fazlası vardı. Paketleme bölümünün deposunda yaşadıkları heyecanlı dakikalar geldi aklına. Gülümsedi. Ebru’nun kendisine aşık olduğunu biliyordu. Bunu bir fırsata dönüştürebilirdi, biraz moral depolamaya ihtiyacı vardı.

 

“Uzun zaman oldu. Halen o domuzun yanında mı çalışıyorsun?”

 

“Hayır, o manyak herifi yeterince yoldum; şimdi yeni projeler peşindeyim. Sen neler yapıyorsun?”

 

“Bıktım artık bu çöplükten, tekstil bana göre değil. Lanet insanlarla muhatap olmayacağım bir iş bulmalıyım.”

 

“Var mı kafanda bir şey?”

 

“Hayır, henüz yok… Uzun vadeli planlar bana göre değil. Zamanla yolumuzu buluruz nasılsa.”

 

“Ah, Bora. Sen hiç değişmeyeceksin.”

 

Ebru, şehir merkezine giden yola sapmadan sahil tarafındaki lüks sitelere doğru sürdü arabayı. Onun bu sitedeki evlerden birinde yalnız yaşadığını duymuştu, ses etmedi. Zengin ve şehvet düşkünü patronları rendeleyip şutluyordu, bu yaşam tarzını adeta bir zevk haline dönüştürmüştü. Zeki kadındı Ebru ve doğrusu onun bu zekâsı Bora’yı tahrik ediyordu. Böyle bir kadınla evlenmek, tam anlamıyla bir budalalık olurdu. Kaldı ki böyle bir kadın, asla evlilik düşünmezdi. Böyle bir kadın, ortalama bir erkeği evlilikten de soğutabilirdi. Ebru’nun herhangi bir erkeğe aşık olması pek olanaklı değildi; onun için aşk, ön sevişmeyle başlayıp orgazmla sonlanan o kısa zaman diliminden başka bir şey değildi. Bu zaman diliminden sonra ise söz konusu her erkek, kendisini dilimlere ayrılmış gibi hissederdi. Bora bugün dilimlere ayrılmalıydı, sonsuz dilimlere…


 

***

 

 

Bora, Ebru’nun evinden çıktığı sırada güneş yavaş yavaş kendini alacakaranlığa teslim etmek üzereydi. Site çıkışından itibaren uzanan geniş cadde boyunca yan yana dizilmiş eğlence mekanları, biraz sonra geceyi ışık ve gürültüyle kirletmek için dolup taşacaktı. Bora bir yandan ifadesiz gözlerle insanları süzüyor, bir yandan hızlı adımlarla kalabalığı yarıyordu. Bu saate kadar hiçbir şey atıştırmadığını fark etti. Ceplerini yokladı. Cüzdanındaki bir ellilik ve cebindeki birkaç bozukluktan başka parası yoktu. Bu açlıkla eve kadar idare edebileceğini düşünerek az ötedeki otobüs durağına doğru ilerlemeye devam etti. Ebru’nun bugün evde söyledikleri geldi aklına, “İstediğini aldıktan sonra birkaç tatlı söz söylesen, biraz duygusal görünsen ölürsün sanki,” demişti yarı sitemkâr bakışlarla. Bora ise sadece gülümsemişti. Ebru böyle şeyleri önemseyen bir kadın değildi aslında, ilk defa böyle bir tepki vermişti. Açıkçası biraz şaşırmıştı Bora. Birbirlerine çok benziyor olmalarına rağmen sevgili olmamışlardı hiç. Hatta sevgili gibi bile olmamışlardı. Ne var ki pek güçlü olmasa da onları birbirine bağımlı kılan bir şey var gibiydi ve bu şey sadece cinselliğe dayalı bir şey değildi. Aralarındaki benzerliklerin farkındaydılar. İkisi de her ne kadar aşka ve duygusal derinliğe önem vermeyen insanlar gibi gözükseler de aslında kendi içlerinde gizli bir arayış içindeydiler sanki.

 

Bora cebindeki paketten bir sigara çıkarıp yakmaya yeltendiği sırada otobüsün az ötedeki durağa doğru yanaşmakta olduğunu gördü. Adımlarını hızlandırarak yolun karşısına geçip otobüse bindi. Arkalarda gözüne kestirdiği boş bir koltuğa doğru ilerlerken, önlerde oturan yaşlı bir adamla göz göze geldi. Adamın yüzündeki tebessüme bakılırsa Bora’yı tanıyor olmalıydı. Bora ise bakışlarını yeniden oturmayı planladığı koltuğa yönelterek ilerlemeye devam etti, anımsamak için dahi çaba harcayacak halde değildi. ‘Kesin lüzumsuz biridir, işin yoksa oturup yol boyunca kafa şişirmesine izin ver,’ diye geçirdi aklından ve arkalardaki o tekli koltuğa oturup camdan ıslak asfaltın otobüsün altında hızla kayıp gidişini izlemeye koyuldu.

 

***

 

Otobüs her duraktan üçer beşer yolcu alıyor, içerisi gitgide kalabalıklaşıyordu. Okuldan eve dönmekte olan öğrenci grupları, yaşlıları rahatsız etmemek ve yaşlılar tarafından rahatsız edilmemek için her zaman tercih ettikleri gibi arkalara doğru yönelip buradaki tüm koltukları doldurdular. Bora, bu gürültülü kalabalığın arasında pencereye tutunan yağmur damlalarının birleşerek aşağıya doğru süzülüşünü izliyor, içinde bastırmaya çalıştığı öfkeli adam ona kalkıp tüm yolcuları otobüsten aşağı fırlatmasını söylüyordu. Nefret ediyordu kalabalıktan. Evine dönmekte olan fabrika işçileri, polis memurları, hastaneden veya akraba ziyaretinden dönen yaşlı kadınlar, otobüsteki bu sıkıcı kalabalığın çoğunluğunu oluşturuyordu.

 

Otobüs gibi basit bir kamusal alanda bile geleneksel hale gelmiş gizli bir hiyerarşi vardır, neredeyse tüm şehir otobüslerinde aynıdır bu durum. Her şeyden önce ön koltuklar yaşlılara aittir ve bu, sanki yaşlıların doğal hakkıymış gibi gençlerin çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Otobüse binen yaşlı kişi, önce önlerde oturan genç kişileri bakışlarıyla taciz ederek vicdani saldırıda bulunur. Bu işe yaramadığında ikinci yöntem uygulanır ve “terbiyesiz” gençler sözlü olarak rencide edilir. Oysa genç ya da yaşlı; herhangi bir kişinin ayakta yolculuk yapıyor olması bile belediyenin sorumlu olduğu bir ulaşım sorunudur, ancak toplum bunu nedense gençlerin yetiştirilme tarzına bağlayıp kendi içinde çözmeye çalışır.

 

Bora’nın yorgunluğu, kafasındaki öfkeli soruları etkisiz hale getiriyordu. Bir süre bu yorgun gözlerle otobüsteki insanları seyrederek oyaladı kendini. İneceği durak yaklaşmıştı. Ayağa kalkıp iniş kapısının tepesine monte edilmiş butona bastı. Bir an önce bu otobüsten kurtulup kendini eve atmak istiyordu. Kapının camından yansıyan haline baktı. Dağınık saçları, uyuşuk yüz ifadesi ve salaş haliyle ölü bir adamın hayaleti gibiydi. Hemen arkasında kıkırdayan liseli kızların yarı meraklı, yarı alaycı gözlerle ona baktığını görebiliyordu. Ne tuhaftı ki kendisi de o anda kendi haline aynı gözlerle bakıyor ve kendisine acıyordu. Otomatik kapı açıldı. İner inmez bir sigara yaktıktan sonra yürümeye başladı. Eve giden dar ve uzun sokakta yavru bir kedinin peşinden koşan çocuklar ile yağmurla ıslanmış toprak kokusu ona eşlik ediyordu. Üç yıldır bu mahalledeki iki katlı müstakil bir evin üst katında kiracı olarak yaşıyor, ev sahipleri olan yaşlı karı-koca İsmail Bey ve Nimet Hanım ise alt katta kalıyordu.

 

Bahçe kapısından içeri girdiğinde İsmail Bey ile karşılaştı.

 

“İyi akşamlar efendim, nasılsınız?”

 

“Ne olsun evladım, aynı şeyler işte. Bahçeyle uğraştım bütün gün. Bakıyorum da bugün erkencisin.”

 

“Evet. Yeni siparişlerin yüklemesi yarına ertelendi. Dinlenmek için bir fırsat oldu bize de.”

 

“Anladım… Neyse, tutmayayım seni. Önce çık, biraz dinlen. Sonra işin yoksa gel, tavlada bir ifadeni alayım senin.”

 

“Söz vermeyeyim efendim, ama mutlaka uğrayacağım. Özellikle şu harika bergamot çayınızdan mahrum kaldım ne zamandır.”

 

“Bekleriz.”

 

İsmail Bey akşam yemeğinden kalan kemikleri kedilere vermek için bahçe kapısına doğru yöneldiği sırada, Bora merdivenlerden yukarı çıkıp evine girmişti. Evin içindeki nemli havayı dağıtmak için pencereyi açtı. Ceketini çıkarıp portmantoya astıktan sonra mutfağa gidip buzdolabında yiyecek bir şeyler aramaya koyuldu. Ton balığı konserveleri, biraz beyaz peynir ve bir kutu süt dışında pek bir şey yoktu. Bora artık bu sıkıcı ve anlamsız hikayeyi sonlandırmak istiyordu ama hiç beklenmedik bir anda hikayeyi saçma bir sona bağlayarak okuyucunun kendisini kandırılmış gibi hissetmesinden korkuyordu. Bu hikayenin sonu gelmeliydi artık, okuyucuyu daha fazla sıkmanın anlamı yoktu. O sırada mutfak masasının üstünde duran ekmek bıçağını hızla kapıp boğazına sapladı. Boğazından fışkıran kanlar duvarları ve mutfak penceresini kırmızıya boyamıştı. Bora o anda okuyucunun yüzündeki ifadeyi görmek isterdi. Bu ifade hiç şüphesiz bu hikayenin kendisinden daha anlamlıydı. Göremedi.

 

EROS

 

İnsanlar hunharca aşık oluyordu. Herkes, ama herkes aşık oluyordu. Karadan, denizden ve havadan donanmalar harekete geçti; gezegen tehdit altındaydı. Herkes duvarlara aşkını yazıyordu. Facebook, Twitter gibi sosyal ağlar aşk mesajlarıyla dolup taşmıştı. Birleşmiş Milletler olağanüstü bir heyet toplayıp durumu görüştü. Bir şeyler yapmalıydılar, bu çılgınlığa bir son vermeliydiler. Tüm dünyanın imamları, papazları, hahamları ve diğer din alimleri Roma’da toplanıp gizli bir görüşme yaptılar. Aşk tanrısı Eros gerçeği insanlara duyurmalıydı. Dualar edildi, ateşler yakıldı, ayinler yapıldı. Nihayet işe yaramıştı, Eros yeryüzüne indi. Tüm aşıklar onu izliyordu. Çok kısa konuştu Eros:

 

“Bugüne kadar siz insanları kandırdık. Bu tanrılar arasında bir iddia ile başladı ve açıkçası hepsi Hades’in başının altından çıktı. Zamanla insanları örgütledik. Şairleri, yazarları, bestecileri ve senaristleri ikna ettik; bu yalan sayesinde harikulade eserler yayınlandı. Yalnız bugün görüyorum ki siz insanlar, bu aşk denen tatlı ve çocuksu oyunu fazla ciddiye alıp bokunu çıkarmışsınız. Buna daha fazla gönlüm el vermez. Bu yalana artık son verme zamanı gelmiştir.”

 

Bunları söyledikten sonra ok ve yayını yere bırakan Eros, aniden üzerine benzin dökerek kendini ateşe verdi. Tüm aşıklar yavaş yavaş uyuşmaya başladılar. Eros yandıkça aşıkların başı dönüyordu. Sonunda Eros, bir kül yığınına dönüştü ve aşka dair ne varsa, insanlık tarihinden tamamen silindi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PİÇ YAKUP

Selim’in telefonu çaldı. “Siktir, ben sana söylemeyi unuttum lan,” dedi ekrana bakar bakmaz. Telefonda Yakup’un ismini gördüm. “Oha lan, yoksa şu bizim Piç Yakup mu?” dedim. Yakup, liseden sınıf arkadaşımızdı. Aradan dokuz yıl geçmesine rağmen adı geçtikçe kulaklarını çınlattığımız şerefsizin tekiydi. Aramızda lakabı silinmeyen tek kişiydi, hakkını da veriyordu. O yüzden isminin başına lakabını koymazsam ona çok büyük haksızlık etmiş olurum ve tüm samimiyetimle söylemeliyim ki haksızlığı hiç sevmem. Selim de en az benim kadar nefret ederdi bu tipten. Doğrusu telefon rehberinde isminin bulunması dahi beni fazlasıyla şaşırtmıştı. “Ta kendisi,” diyen Selim’in düşünceli hali dikkatimi çekti.

 

“Ne alaka lan, sen ve Piç Yakup,” dedim, “sen o yavşakla görüşüyor musun yoksa?”

 

Birasından bir yudum aldı,

 

“Yok lan, bugün öğleden sonra beni aradı, sana söylemeyi unuttum. Bizim lise tayfasından birkaç kişi daha var, toplanıp bir şeyler yapalım falan demişti.”

 

“Oğlum, sen hiç sevmezdin bu tayfayı, hayırdır? Görüşmeyi düşünüyor musun?”

 

Selim kaşlarını çatarak büyük bir ciddiyete büründü.

 

“Ben son zamanlarda çok değiştim Turgut, eskisi gibi değilim. Kafayı rahatlattım artık, fazla kasmıyorum.”

 

Selim’in “kafayı rahatlatmak” derken kastettiği şeyi o anda tam olarak anlamamıştım. Yıllardır tanıdığım, huyunu suyunu, egosunun sınırlarını ve içsel trajedilerini bildiğim adamda bir anda ortaya çıkan bu tuhaf hallerin kökenindeki etkenler, gecenin ilerleyen saatlerinde kendini ele verecekti. Bu gece benim de kendimi daha iyi tanıyacağımı, ruhumun derinlerine gizlenmiş sırların açığa çıkacağını o sırada tahmin bile edemezdim.

 

“Sen de gel lan, değişiklik olur,” dedi.

 

“Yok lan,” dedim, “biralar bitsin, ben inceden yol alırım eve doğru. Hiç çekemem şimdi o ego yumaklarını.”

 

“Birer tane daha içelim o zaman, muhabbet yarım kaldı,” dedi. “Tamam,” dedim. Saat yediye geliyordu. Yakındaki bir marketten birer kutu bira alıp sahile geçtik. Ne var ki bizim muhabbet çoktan hiç olmuştu. Zira Selim’in aklında Piç Yakup ve tayfasının “eski günleri hatırlama” adı altındaki ego tatmin ayini vardı. Oraya gitmek için can atan halini görmeliydiniz. Bana çaktırmak istemiyordu ama doğrusu bunu anlamak zor değildi. Alkolle kıyak olmuş kafanın da etkisiyle “Ben de geleyim lan, baktım sarmadı, bir bahane bulup tüyerim sonradan,” dedim. Bir yandan Selim’in tepkilerini inceliyordum. O sırada Selim’in telefonu tekrar çaldı, “Sor bakalım, başka kim varmış,” dedim. Piç Yakup’un söylediğine göre arabayla gelmişler, ortamda Sinan ve Ömer de varmış. Biralarımızı dikip kalktık, caddenin karşısındaki malum bara geçtik. Tiplere ilk baktığımda hiçbir değişiklik göremedim, lisedeki standart hallerini koruyordu her biri. Piç Yakup her zamanki gibi ortamın yıldız oyuncusunu oynuyor, Ömer kendinden bahsederken kasıldıkça kasılıyordu. Sinan’a gelince; kendisi dünyanın en sıradan adamı olma konusunda master yapacak kadar sıradışı bir istikrara sahip. Ama sevimli adam, kabul etmek lazım.

 

Olayların akışına devam etmeden önce sizlere biraz lise yıllarımdan bahsetmek istiyorum. Bendeniz popülerlikten nasibini almamış, aksine son derece silik ve etkisiz bir tiptim. Ne ağzım laf yapardı, ne de piçliğe kafam basardı. Anlayacağınız, neredeyse her ortamda en az bir tane bulunan şu enayi tiplerdendim. O yıllardan kalma gizli bir aşağılık kompleksimin olduğunu inkar edemem. Aşağılık kompleksi, toplumda yanlış bilinen bir kavram. Gerçek anlamına bakarsak toplumsal ilginin ve sosyal hayatın dinamiği, sahip olduğumuz aşağılık ve üstünlük kompleksleridir. Adler, bunu alt etmenin mümkün olduğunu söylüyor. Elbette bunun için önce kendi komplekslerimizin farkındalığına ulaşmak durumundayız. Bu konuyu şimdilik erteliyorum.

 

Piç Yakup’la Ömer çok iyi anlaşırdı. Ömer sınıfın taşaklı öğrencilerinden biriydi; tabii ki bu gücü babasının taşaklarından aldığı su götürmez bir gerçekti. İşin taşak kısmından bahsetmişken Selim ile Ömer’i ortak paydada birleştiren faktöre değinmeden olmaz; bunlar sınıfın en popüler oğlanlarıydı, sınıfın notlarla kafayı bozmuş gerzeklerini saymazsak tabii. Bu iki adamın konumu önemli, zira hem birbirlerine rakip, hem de birbirlerine bağımlı iki kişiydi onlar. Rakiptiler, çünkü ikisinde de çoğu lanet liselide olduğu gibi kendini kanıtlama eğilimi vardı. Bağımlıydılar, çünkü biri diğerini tanımlıyordu; biri olmadan öteki çıplak kalıyordu. Ömer’in Piç Yakup’la olan aşkına gelince; o zamanlar taşaklı biri ile gevezelik ve piçlikten başka bir boka yaramayan birinin nasıl böylesine can ciğer kuzu sarması olduklarını çözemiyordum. Bu noktada bir parantez açıp, psikoloji bilimi denen illetin aynı zamanda büyük bir nimet olduğunu altını çizerek belirtmek istiyorum. Ömer’le Piç Yakup’u birleştiren şey, birbirlerinin eksik yanlarını tamamlıyor olmalarıydı. Ömer alıştığı elitist ve hijyenik yaşam tarzından kopup şehrin en boktan okullarından birine gelmişti. Bu ortama ayak uydurmak için ona hem av köpeği, hem de rehberlik hizmeti sunacak fırlama birini kanatları altına almak hiç fena olmazdı. Öte yandan Ömer övülmekten delicesine haz duyan biriydi. Tamam, herkes bundan haz duyar ama Ömer için bu, arkadaşlık kriterlerini belirleyecek kadar önemliydi. İşte Piç Yakup, tam olarak onun aradığı bir tipti. Ömer ise ona sınıfta “taşaklı oğlanın yanındaki taşaklı görünümlü oğlan” olma şerefini sunmuştu; işte ben işbirliği diye buna derim!

 

Piç Yakup, sınıfta kendine küçük fırsatlar yaratıp endüstrisini kurmuş biriydi. Liseye veda gecesinin dönüşünde evlerimiz birbirine yakın olmasına rağmen, beni arabasıyla evime bırakmak için para isteyecek kadar kansız biri olması, onun yıllar sonra bir pazarlama şirketinde satış temsilcisi olarak iş bulmasını temellendiriyor. Yani söz konusu satışsa Piç Yakup’a güvenebilirsiniz. Gerçi şöyle bir düşünürsek, neredeyse hepimiz kendi eylemlerimizi bir şekilde birbirimize satmaya çalışmıyor muyuz? Sadece karşılığında almayı hedeflediğimiz şeyler değişiyor. Bu ise çocukluğumuzda eğitim, çevre ve vücudumuzu değerlendiriş biçimlerimize göre şekilleniyor. Her neyse, psikolojiye girmek için henüz çok erken; şimdi şu malum geceye dönelim.

 

Masaya ilk oturduğumda tuhaf bir şekilde ortamdan zevk alacağımı hissettim. Bir sigara yaktım ve masadaki diyaloglara kulak kesildim. Herkes sadece kendinden bahsediyordu ve bunu yaparken o kadar heyecanlı ve coşkuluydular ki sanki yıllardır bu geceyi bekliyor gibiydiler. Bu durum bana çok eğlenceli gelmişti, sessizliğimi bozmak istemedim. Çünkü o sırada tam olarak şunu fark ettim: Eğer ben bu gece sessizliğimi bozarsam, o an teknik olarak eğlencenin de bozulduğu ve keyiflerin kaçtığı an olacaktı. Tipik bir haz erteleyicinin yapması gereken şeyi yaptım ve sessizce bu komik adamları izlemeye devam ettim. Bir ara kalkıp çişimi yapmak için tuvalete gittiğimde aynadan kendimi seyrettim, yüzüm bir şeylerden rahatsızdı. Tuhaf bir şekilde oradan uzaklaşmam gerektiğini düşündüm. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum.

 

Masaya döndüğümde bizimkiler yavaş yavaş toparlanıyordu. Planın ne olduğunu bilmiyordum. Zaten kimsenin pek umurunda da değildim. Orada tam anlamıyla görünmez bir ruh gibi yer kaplıyordum. Bunun o gece tam olarak değerlendiremediğim karmaşık sebepleri var. Hesaplar ödendi ve hepimiz arabaya atladık.

 

“Liseden sonra ne yedim, ne içtim ve nereleri gezdim” muhabbeti burada da devam etti. Bu muhabbetler dokuz yıl önce de dönerdi. Liseden sonra birçok farklı ortamda bulundum, kibirli olmak için çok daha fazla sebebi olan birçok insanla tanıştım ama kendinden bahsederken bunlar kadar büyük zevk alanı görmedim.

 

Sahil kenarında bir yerde durduk, Piç Yakup'la Ömer inip yakındaki bir markete girdiler. Biz de sahile geçtik. Biraz sonra ellerinde birkaç kutu birayla döndüler, bira shot yapacakmışız. Olaylardan bağımsız bir hayalet olduğum hissi, bana uzatılan dolu pet bardağı kafaya diktiğim anda hafifledi. Bunu sevmiştim. Attığım her shot sonrası, beynim bir şeylere küfrediyor gibiydi. Hislerimin sık aralıklarla değiştiğini fark ettim. Sanırım son iki yıldır hiç bu kadar sarhoş olmamıştım. Zaten fazla içen biri de değilimdir, bu gerçekten fazlaydı. Ömer dolduruyor, ben durmadan içiyordum. Piç Yakup'un her seferinde birasının yarısını kimseye çaktırmadan yere dökmesi gözümden kaçmadı. Algılarım açık, hislerimin dışavurumu abartılıydı. Deli gibi gülüyordum, ruhumda lise yıllarıma dair ne varsa hepsini kahkaha olarak dışarı atıyordum sanki. Evet, işte yavaş yavaş bazı şeyler açığa çıkmaya başlıyordu.

 

Biraları tükettik, dağılma vakti gelmişti. Saat on ikiyi geçiyordu. Arabaya atladık, ilk durak Piç Yakup’un eviydi. Bu defa ortam sessizdi. Sinan arabayı kullanırken bir yandan bize bir şeyler anlatıyordu ama kimsenin onu dinlediği yoktu. Ara sıra şiddetini artıran yağmur boş caddeyi ıslatıyordu. Bu ortamda bulunmuş olmak içime tuhaf bir pişmanlık hissi salmaya başladı. Lise yıllarım gözümün önünde canlanıyordu yavaş yavaş. Diğerlerini anlayabiliyordum ama Selim’in gece boyunca Piç Yakup’a karşı oldukça samimi ve sempatik bir role bürünmüş olması, olayların başındaki şaşkınlığımı daha da artırmıştı. Bir daha herhangi bir şekilde bu ortamda bulunmak istemediğimi kendime itiraf ettikten sonra tamamen sebepsiz ve ani bir şekilde Piç Yakup’a küfretmeye başladım. Bir yandan kahkahalar atıyor, bir yandan makineli tüfek gibi küfürler yağdırıyordum. Bu çok anlamsızdı, zira o dakikaya kadar tek bir kişisel hakarete ya da iğnelemeye maruz kalmamıştım. Ne var ki o gece boyunca herkesin maske taktığının, tüm o konuksever ve sempatik hallerin rol icabı olduğunun farkındaydım. Bu sahte oyuna alkolün tesiriyle bütün gece katlanmış olmak, içimde biriken öfkenin tazyik gücünü yükseltmişti anlaşılan. Selim dirseğiyle beni durdurmaya çalışıyordu, o vurdukça ben daha da alevlendim. Bu sırada Piç Yakup’un evinin önüne gelmiştik. Öfkeliydim, bunu iliklerime kadar hissediyordum. Sonra gülünç olduğu kadar düşündürücü bir şey oldu; Piç Yakup arabadan indikten sonra hızla arkadan dolaşıp diğer taraftan kapıyı açtı ve beni yumruklamaya çalıştı. Selim hemen yanımdaydı, olanları öylece olduğu gibi izliyordu. Bunun öfkemi kusmam için iyi bir fırsat olduğunu düşünerek arabadan hiç inmeden Piç Yakup’a tek bacağımla gelişigüzel tekmeler savurmaya başladım. Neden arabadan inip işimi kolaylaştırmadığıma halen anlam veremiyorum; kim bilir, belki de olayların büyümesinden korkmuştum. Onun yumruklarından hiçbirini hissetmedim; ya denk getiremedi ya da ben alkolden dolayı algılamıyordum. Tam arabanın hareket etmeye başladığı anda tekmelerimden biri onun diz kapağını buldu. O andaki yüz ifadesini görmek istedim ama gitgide uzaklaşıyorduk. Avazım çıktığı kadar küfretmeye ve delice gülmeye devam ediyordum.

 

Birkaç dakika sonra sakinleşmiştim. Selim olanların çok komik olduğunu söylüyordu. Yıllardır onca vakit geçirdiğim, onca şey paylaştığım, değer verdiğim ve güvendiğim adam, hemen yanımda gelişen olayların komik olduğunu söyleyerek kendisini soyutluyor, beni Piç Yakup’la aynı klasmanda ve aynı arenada savaşan sıradan biri yerine koyuyordu. Yorgun hissediyordum. O gece Selim’in evinde kalacaktım. Ömer sessizliğini tam ineceği sırada bozarak bir şeyler mırıldandı ama tam anlayamadım. Sıra bize geldiğinde Sinan’dan bu gece olanlardan dolayı özür diledim. Daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi onunla herhangi bir sorunum olamazdı. Selim’le beraber indik ve eve gitmeden önce yolu biraz uzatarak muhabbet etmeye başladık. Takındığı bu umursamaz ve tarafsız tavırdan dolayı kendini kötü hissedeceğini falan düşündüm ilk başta, aptallık işte! Kendi tavrı yerine benim tavrımın analizini yaptı sadece. Ses etmedim. Zaten çok uykum vardı, bir an önce uyumak istiyordum. Eve geçtik. Bir köşede sızmak üzereyken aklımdan geçen şu soruyu halen hatırlıyorum: Sabah uyandığımda bu gece olanlardan dolayı pişmanlık duyacak mıyım?

 

Ne var ki uyandıktan sonra pişmanlıktan eser kalmamıştı. Eve gitmeliydim. Selim benden önce uyanmıştı, yüzümü yıkadım ve beraber dışarı çıktık. Dün gece yaşananların analizi devam ediyordu, tabii yine benim eylemlerim üzerinden. Selim tepkilerimin yanlış olduğunu ifade ediyor, bense ısrarla içimden geleni yaptığımı ve o insanları zerre kadar önemsemediğimi anlatmaya çalışıyordum. Tamamen anlamsız ve amaçsız bir tartışma içine girmiştik. Öte yandan kafamın sağlıklı düşünecek kadar dinlenmiş olmadığının da farkındaydım, olayın dizgisini kafamda net olarak tasvir edemiyordum. O şekilde minibüse atlayıp eve geldim ve ılık bir duş alıp kendimi yatağa attım.

 

Birkaç saat uyuduktan sonra beyin fonksiyonlarım normal çalışma düzeyine gelmişti. Selim’e olan kırgınlığım dışında olanlara dair pek bir şey hissetmiyordum. Akşam olmuştu, bir şeyler atıştırıp açlığımı erteledikten sonra oturup en başından itibaren destekli bir şekilde olanların analizini yapmaya başladım. Selim’e kızmamın ya da kırılmamın bir anlamı yoktu, dikkatli düşünecek olsaydım onun dün geceki tavrını daha önceden de kestirebilirdim. İlk sorudan başladım; her sorunun cevabı beni başka bir soruya götürecek, böylece olayları temellendirerek çözümlemiş olacaktım. Bir insan, en çok canını yakan şeyin kaynağıyla ilgilenir. O yüzden benim için ilk soru şuydu: Selim neden tarafsız ve umursamaz adamı oynadı?

 

Bunun cevabı çok uzaklarda değildi; zira içindeki o yoğun güç istenci, muhabbetlerimizin birçoğunda kendisini çeşitli şekillerde gösteriyordu. Selim’de apaçık bir üstünlük kompleksinin var olduğu tartışmaya açılmayacak kadar kesindi. Lise yıllarındaki popülerliği, liseden sonraki başarısızlığı yüzünden doğal olarak artık onu tatmin edemez olmuştu. Selim’in de her insan gibi tamamen kendine özgü başarı kriterleri vardı ve kendi başarı kriterlerine adaptasyon sağlayamamış her birey gibi Selim de bunu kendi içinde farklı duygulara dönüştürmüştü. Dokuz yıllık süreç boyunca ruhundaki bu yenilgi hissinden dolayı lise tayfasından soyutlanmış, adeta kendi kabuğuna çekilmişti. Son zamanlarda “kafasının rahatlaması” ise, bu yıl üniversiteyi kazanmış olmasından kaynaklanıyordu. Eğer kendi başarı kriterlerine adaptasyon sağlayamamış olsaydı, muhtemelen Piç Yakup’un telefonuna cevap dahi vermezdi. Ne var ki artık elinde kendi eylemlerini satabilmesi için altın bir bileziği vardı ve bu fırsatı değerlendirmek istedi. Egosu ona böyle buyurmuştu.

 

Olayın ertesi günü muhabbetimizde bana lise yıllarından kalma bir öfkeyi bugüne taşımış olmamın, egomun anormal derecede büyük olmasından ileri geldiğini söylemişti. Bir insanın egosu karşısındaki insandan daha küçükse, o insanın egosunun ne seviyede olduğunu bilemez. Selim benimle ego karşılaştırması yapmak için yeterli sağduyuya sahip biri değildi. Nihayetinde her insan sadece kendi sağduyusunun gerçekleri yansıttığına inanır, bunu zaten benden dört yüz yıl önce Descartes söylemişti. Asıl üstünde durulması gereken konu, komplekslerimiz ve toplumsal ilgilerimizdi. Askere gittikten sonra keskin hatlarla şekillenmeye başlayan sosyal bilincim, çocukluktan kalan zayıf yanlarımı giderip evrim dolayısıyla var olan doğal eğilimlerime yoğunlaşmamı sağladı. Orada ailede şımartılıp okulda ezilen egom harmanlandı ve sağduyu mekanizmam gerçekleşmeye başladı. Gerek arkadaşlarım, gerekse komutanlarım tarafından sevilen biri oldum; bu da bireysel kusursuzluk istencimi harekete geçirerek hayata karşı ruhumu atak kıldı, benlik saygımı yükseltti.

 

Askerden sonra fabrika hayatı başladı ve burada egomu terbiye etmeyi öğrendim. Orada bunun dışında; beni ilgilendiren bir olayı komik bulmak yerine, benim “savaş” saydığım ortamda benimle aynı safta savaşacak kadar yürekli bir dost, bir ağabey edindim. İnsanı üstün kılan özelliklerin temelinde üniversite tahsili yapmak yerine başka şeylerin olduğunu üniversiteye gittikten sonra keşfetmeye başladım. Günümüzde üniversite okumuş olmak, bir bok olmaktan daha üstün bir meziyet değildir. Meziyetlerimiz, girdiğimiz ortamların ismimize kazandırdığı sıfatlarla değil, o ortamlarda ruhumuza kattığımız kişisel değerlerle gelişir.

 

Selim kendi sağduyusuyla belirlediği kişisel üstünlük ereğine uygun bir davranışta bulunmuştu. Birkaç yıl sonra nasıl bir insana dönüşeceğinin sinyallerini vermişti. Benim için herhangi bir değeri olmayan bu insanlar, Selim için önemliydi; çünkü onların gözündeki saygınlığını devam ettirmek istiyordu. Bu açıdan değerlendirdiğim zaman onun bu davranışına kötü ya da yanlış diyemem, sadece arkadaşlık anlayışıma ters düştüğü için “benim açımdan çirkin” diyebilirim. Schopenhauer gözünden bakacak olursak, gelecekte prestij sahibi olacağı kuvvetle muhtemel, zira gücü ve şöhreti bu denli önemseyen bir insanın bazı durumlarda arkadaş canlılığını askıya alıp kişisel menfaatlerine göre karar vermesi kuraldışı sayılmaz. Üstünlük ereğim onunla aynı olsaydı ben de arkadaşlık ve sadakat konusunda onun kadar esnek olabilirdim. Ne var ki benim yaşam tarzımı belirleyen faktörler onunkilerden farklı ve çok daha sancılı bir şekilde ruhuma kazındı, değer yargılarımız elbette farklı olacaktı. Onu asla suçlayamam.

 

Benim o gece bu kadar öfkeli olmamın kökeninde sadece lise yıllarım yoktu elbette; daha geriye, çocukluk yıllarıma gitmek gerekir. Bir kısmı genetik olarak mizacıma kazınan, bir kısmını ise psikolojik etkenlere bağlı olarak zamanla kazandığım bu bastırılmış öfkemi bir şekilde dışarı atmam gerekiyordu, bu da o geceye denk gelmişti. Piç Yakup, tesadüfen seçilmiş herhangi biriydi. Çocukluğuma dair birikmiş olanları üstümden atmam için bir vesile olmuştu o gece, o buluşma. Eğer bunlar yaşanmasaydı ben kendimi sorunsuz, Selim’i de en sadık arkadaşlarımdan biri sanmaya devam edecektim.

 

Sonuç olarak hepimiz kendi seçimlerimiz ve toplumsal algılarımızla şekilleniyor, zevklerimizi buna göre belirliyoruz. Nietzsche’nin de belirttiği gibi; bütün hayat, beğenilerimiz üstüne bir tartışmadır. Kendimize bir yol çizer ve o yolu süsleyerek ilerleriz. Bizi hayvanlardan ayıran en aptalca özelliğimiz budur zaten. Sadece bazılarımız bunu biraz abartır. Kendi ruhsal gerilimleriyle ve zaaflarıyla yüzleşmekten korkanların daha egoist ve hırslı insanlar olması bazı şeyleri açıklıyor. Benim herkese sempatik görünmek gibi bir kaygım yok; çocukken vardı ve zamanla imha oldu. Sevdiğim insanlardan ilgimi, aklımı ve emeğimi asla esirgemem. Tabii bu benim diğer insanları umursamadığım anlamına gelmiyor. Umursamaz olduğunu söyleyenler kocaman birer yalancıdır. Hayatta etkileşim içinde olduğumuz herkesi umursamak durumundayız. Ben sadece bu umursama eyleminin psikolojiyle temellendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kötü insan yoktur, faydalanmasını bilmediğimiz sıkıcı insanlar vardır. Bazen en boktan ortamlar bile oldukça faydalıdır. Böyle ortamlarda olduğunuz kişiyi de, olmanız gereken kişiyi de unutun. Bunu ne kadar iyi yaparsanız o kadar çok şey öğrenirsiniz. Karakterinizden sıyrılın ve sonuna kadar çirkinleşin. Çünkü bazen çirkinleşmek gerekir; ruhu dengede tutar.

 

 

 

BU BİR HAYAL DEĞİLDİR

Anılar arasında dolaşırken küçük bir çocuğa rastladım. Dikkatle bakınca fark ettim ki, o çocuk bendim. Oyuncaklarıyla oynarken kendi kendine konuşuyordu, dublörlük yapıyordu onlara. "Ne şizofrenik bir çocukmuşum," diyerek bir süre izledim. Gözlerimi kısarak inceledim çocuğu. Evet, bu işi yapsa yapsa o yapabilirdi.

 

Usulca yaklaşıp saçlarını kavradım. Korkuyla yüzüme baktı. Gülümsedim, "Korkma ufaklık, ben yabancı değilim" dedim. Rahatlamıştı, hemen inandı bana. Kendisiyle karşı karşıya olduğunu hissetmiş olmalıydı. Özür dileyerek başını okşadım. Uzatmak istemiyordum, "Fazla vaktini almayacağım" diyerek eline silahı tutuşturdum. Tuhaf bir refleksle sıkı sıkıya kavradı silahı. Soğukkanlılığını koruyordu.

"Senden hayallerimi öldürmeni istiyorum," dedim, "Bunu sadece sen yapabilirsin."

 

Alaycı bir yüz ifadesiyle bana baktı. Sonra silaha baktı gülerek. Ani bir ciddiyetle tekrar yüzüme bakarak,

 

"Sen buraya gelmekle hayallerini zaten öldürmüş oldun," dedi.

 

Şaşırdım, "Nasıl yani?"

 

O anda silahı kafasına dayayıp tetiği çekti. Patlayan kafatasının içinde bir kağıt parçası ilişti gözüme. Üstünde şu not yazılıydı:

'Bu bir hayal değildir.'

bottom of page