Felsefe tarihi boyunca insan doğasına ilişkin sabit bir tanım getirmek, filozoflar için vazgeçilmez bir uğraş olmuştur. Standart felsefe lisans eğitimim süresince “insan nedir?” sorusuyla fazlaca muhatap olduğumu söyleyebilirim. Bunlar arasında Descartes’ın ve Nietzsche’nin insana ilişkin yaklaşımları beni derinden etkilemiş ve kendilerine hayran bırakmış olsa da benim asıl aradığım şey, salt felsefi disiplinin ötesindeki insan ruhu ve derinlere gizlenmiş temel eğilimlerdi. Yani psikoloji. Bana göre felsefe bize şeylerin temel bilgisini vermez; sadece bize bu bilgiye ulaşma yolunda “doğru” düşünme becerisi kazandırır. Şeylerin bilgisi bilimdedir. Felsefe ise bilimin belli bir disiplin altındaki yorumu olabilir. Felsefe insanların ne düşündüğünü ortaya koyar; psikoloji ise neden düşündüğünü. Ben daha çok ikincisi ile ilgileniyorum.
Felsefe – Psikoloji İşbirliği
İnsana ilişkin her konuda felsefe destekli psikolojiyi savunuyorum. Bence insan doğasını inceleyen bir felsefecinin en fazla ilgilenmesi gereken bilim psikoloji olmalıdır. Mesela Nietzsche’nin sürü ahlakı ile Descartes’ın sağduyu üzerine söylediklerini birleştirip Freud’un psikanalizi çerçevesinde yorumladığımızda mükemmel bir voltran ortaya çıkabilir. Genellikle Marx, Rousseau gibi “iyi kalpli” filozoflar ve bu filozofları benimseyen felsefeciler psikolojiyi pek sevmezler. Bunu anlamak o kadar da zor olmasa gerek. Bu filozofların insan doğasına ilişkin hayalperest yaklaşımları, derindeki aşağılık kompleksini görmemizi kolaylaştırıyor. Zira bir filozofun fikirlerinden yola çıkarak o filozofun nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiği hakkında aşağı yukarı bilgi sahibi olabilirsiniz. Öte yandan psikolojiyi sevmemek, onu dışlamak bile tamamen psikolojiktir. “Felsefe gereksizdir” dediğiniz zaman aslında felsefe yapmakta olduğunuz kadar otomatik bir gerçekliktir bu. Benlik duygusu ve aşırı öz güven, bazen kişinin kendisini apaçık ele veren şeyleri görmesini engelleyebilir. Düşünmek çoğunlukla düşüncenin kendisini zihinden söküp alarak yerine birtakım sahte görüntüler koyar. İnsan bu görüntülere inanarak ve hatta bunları kendi varlığının bir parçası gibi alıp savunarak egoyu besler. Beslenen ego şişer, obez olur ve en tipik kişisel tatmin yollarını bile tıkayarak işlevsiz hale getirebilir.
Daha önceki yazılarımda da söylediğim gibi insanların ne düşündüğü, neyi savunduğu hiç önemli değildir. Asıl önemli olan insanları belli şeyleri düşünmeye, belli fikirleri savunmaya iten psikolojik etmenlerdir. Bu etmenlere inmediğimiz sürece birbirimizi anladığımızı iddia etmemiz de kronik bir hata olacaktır. İnsanların kişisel ve toplumsal değer yargılarının nasıl oluştuğu hakkında fazlaca kafa yoran biri olarak kendime edindiğim bu araştırma alanından vazgeçeceğimi zannetmiyorum. Çünkü bu uğraş her şeyden önce benim ruhumu diri tutuyor ve fikir çöplüğüne dönüşmüş sahte toplum tabakaları içerisinde çırpındıkça kaybolan insanlardan beni koruyarak zihinsel farkındalık kazandırıyor. Maruz kaldığım hiçbir eleştirinin yapısıyla ilgilenmem; eleştirme arzusunun altındaki itici gücün kökenine inmek daha doğrudur. Böylece eleştirinin duygusal etkisini sıfıra indirerek eleştiriden tam verim alabilirim. Fikirlerimiz acizliğimizden doğar. Her fikir, ruhsal birer boşluktur ve ben nerede bir ruhsal boşluk görsem, insan doğasına ilişkin yeni bilgi kırıntılarına ulaşmak adına heyecanlanır ve coşkuyla sorarım o fikir sahibi insana: “Neden böyle düşünüyorsun?”
Boşluk Doldurmaca
Boşlukları dolduruyoruz; bütün yaptığımız sadece bu. Çocukluk yıllarımızda belirlediğimiz değer yargıları çerçevesinde bizi önemli hissettiren şeylere yöneliyoruz. Yeni doğmuş bir bebeğin baktığı yeri bizden iyi gördüğü, dinlediği şeyi bizden iyi duyduğu kesin. İnsan yavrusunun bu üstün gücü, medeniyet filtresinden geçerek zamanla iyice köreliyor. Çünkü medeniyet, insan yavrusuna nasıl bakması ve neyi görmesi gerektiğini gösteriyor. Birey olmak için toplumda kabul gören dinamiklere katkıda bulunması gerektiğini, aksi halde dışlanacağını çocukluk döneminde iyice öğrenen insan, artık baktığı yerin tamamını değil de sadece işine yarayan kısmını görebiliyor. Bunun temel nedeni, kişiye dayatılan değer yargılarıdır. Belli bir yargı çerçevesinde baktığımız yerin tamamını görmemiz olanaksızdır. Dijital bir kameranın herhangi bir yargısı yoktur; kadrajında ne varsa görüntüde de o vardır. Ama insan arayıştadır, insan hırslıdır, insanın hedefleri ve yargıları vardır. Filtrelediği görüntüleri bir de değer yargılarıyla anlamlandırarak tekrar filtreden geçirir ve ortaya çıkardığı şeyle övünür. Övündüğü şey, kendi acizliğinden başka bir şey değildir.
“Bence” ile başlayan cümleler kurmayı seviyoruz, değil mi? Bence kesinlikle bunu seviyoruz! Peki, acaba neden bilimsellikten bağımsız bir şekilde bize göre doğru, güzel veya iyi olan şeylerden bahsetmeyi severiz? Sanırım böyle bir soruyu cevaplayabilmek için bilimselliğe bağımlı bir yol izlememiz gerektiğini öngörebiliriz. Bunun için yine psikolojiden yardım almak durumundayım, çünkü felsefenin “az gören” bir etkinlik olduğunu görebilecek kadar kötü bir felsefeciyim!
Çıkarım Yapma ve Bunu Paylaşma İstenci
Cornell Üniversitesi’nde yapılan psikolojik bir araştırma, bir şeyi bildiğimiz yönünde ısrarcı olmamızın sonuçları üzerine beklenmedik ipuçları vermektedir. Deneyde öncelikle katılımcıları kendisini belli bir konuda “uzman” görenler ve böyle bir iddiası bulunmayanlar şeklinde ikiye ayırdılar. Sonrasında ise bütün katılımcılara 15 farklı terim hakkındaki bilgilerini paylaşmalarını istediler. Fakat bu terimlerin üçü tamamen uydurmaca terimlerdi ve bunlar diğerlerinin arasına özellikle eklendi. Bu deneyin sonunda görüldü ki kendilerini belli bir konuda “uzman” gören grup, bu üç sahte terim hakkında “sözde” bilgilerini paylaşma konusunda diğerlerine kıyasla çok daha istekliydi.
Araştırma ekibi buna bağlı başka bir deneyde süreci bir anlamda tersine çevirerek katılımcıların kendilerini belli bir konuda “uzman” görmelerini tetikleyen önemli bir faktörü keşfettiler. Katılımcılardan rastgele bir gruba oldukça zor bir coğrafya testi, diğer bir gruba basit bir coğrafya testi verirken son bir gruba herhangi bir test vermediler. Deneyin sonunda yapılan oylamada kolay teste tabi tutulan katılımcıların kendilerini coğrafya konusunda daha yetkin buldukları ve kendilerini yetkin bulan bu katılımcıların sahte terimler hakkında da “bildiğini sandıkları” şeyleri paylaşmaya daha fazla meyilli oldukları gözlendi. Ayrıca araştırmacılar, bu tip insanların eğitim almaya daha az yatkın olduklarını da ortaya koydu.
Aslında bu deneylere benzer durumlarla gündelik hayatta sık sık karşılaşıyoruz. Bildiğimizi sandığımız bir konuda görüş alanımızı daraltan en önemli faktörün “bilmek” eyleminin kendisi olduğunu bilmiyoruz. Toplumda ve özellikle kişisel gelişim alanında kabul gören “kendine güven, sen önemlisin” mottosu iş dünyasında, insan ilişkilerinde ve sosyal medyada kendine sağlam bir yer edinmekte başarılı oldu. Belli bir konuda uzman olduğunu iddia eden ve bilgisiyle övünen insanlara dikkatle bakıldığında derinlere gizlenmiş ve gizlendiği için yeterince darbe görmemiş, çizilmemiş, yontulmamış egonun çocuksu çırpınışlarını görmek pek de zor olmasa gerek. Oysa ego, yontuldukça yerini bulur. Egoyu yontmak içinse şu “ben biliyorum” yazılı duvarların dışına, bilgi alanının ötesine yolculuğa çıkmak gerekir. Bilme ve bildiğini paylaşma istencinin dışına çıkabilen gözler çok daha fazla şey görecektir. Bilgi, çürütülebilen, görecelik içeren, belli bir yargı doğrultusunda ortaya çıkan ve asla gerçeklik taşımayan bir içerik temsilcisidir. Gerçeklik taşımayan şey insanı huzursuz eder. Bilgisiyle övünen insanlara bakınca apaçık fark edilen o iç burkan huzursuzluk tam olarak bu sebepten kaynaklanıyor. Huzur ise yargılardan uzaklaşabilen gözlerle mümkündür.
Comments