top of page

ON YAŞINDA HAYATI ANLAMAK

Bir çocuk var, 10 yaşında, yetiştirme yurdunda kalıyor. Adı Mehmet. Süper bir çocuk. Onu süper bir çocuk yapan şey, o yaştaki olgunluğu, sakinliği, duygusallığı, kibarlığı ve hoşgörüsü. Yaşadığı yurttaki arkadaşlarından tamamen farklı bir çocuk. Onların hayatı anladıklarından emin değilim, çünkü onlar koşturup duruyorlar, eğleniyorlar, bağırıp çağırıyorlar. Onlar bulundukları durumu tamamen kabullenmiş görünüyorlar. Ama Mehmet öyle değil mesela. Bir köşede oturup düşüncelere dalıyor, hüzünlü ve buğulu bakışlarla izliyor, ara sıra onlara katılıp biraz top oynuyor ve sonra geri çekilip izlemeye devam ediyor. Ve görseniz, öyle saygılı ve efendi bir çocuk ki. Kendisini yetiştirmiş, güzel ahlaklı bir çocuk. Ziyaretimiz bitip gitmek için kalktığımız zaman nasıl üzüldüğünü, nasıl sıkıca sarıldığını görseniz ağlardınız. Ziyarete gelen birini bahçe kapısına kadar uğurlayıp “Hoşça kalın” demek, yetiştirme yurdunda büyüyen bir çocuk için büyük bir inceliktir. Dedim ya, Mehmet hepsinden farklı bir çocuk diye. Ama hayatı anlamanın verdiği o bastırılmış duygular, o acı soruların birikmiş cevapları onu yoruyor öte yandan.

Pikniğe gidiyoruz, yurttaki çocuklarla vakit geçirip, top oynayacağız, mangal yapacağız. Afacanların hepsi çok sevimli ama bir o kadar da yaramaz ve şımarıklar. Hep bir hareket halindeler. Mehmet hariç. Bir ara en hiperaktif olanlardan biri cep telefonumu istedi, oyun oynamak için. İlerisini düşünmeden verdim çocuğa telefonu. O zamanlar strateji oyunlarına sarmıştım, onlardan vardı telefonda. Bir dakika içinde diğer çocuklar da telefonun etrafında toplanıp kendilerini oyun oynama sırasına koymuşlardı. Ama herkesin eşit zaman dilimlerinde adilce oynaması için zamanımız yoktu. Bu isteklerini reddederek telefonumu geri aldım. Bir yandan da bu düşüncesizliğimi nasıl telafi edeceğimi düşünüyordum. O sırada Mehmet'le göz göze geldim. O bakışı görmeliydiniz. O bakışta dünyanın bütün gerçekleri vardı, o bakışta hayatın anlamı vardı. O da cep telefonumdan oyun oynamak istiyordu. Çünkü o da diğerleri gibi çocuktu, oyunları seviyordu. Az önceki durumda beni en iyi anlayan, bu durumu en sakin karşılayan çocuk Mehmet'ti. Mehmet her şeyin farkında olan tek çocuktu. O bakışta her şey vardı, ‘işte ben böyle yaşamak zorundayım’ bakışı, ‘onlara göre yaşamak zorundayım’ bakışı. Sitem ediyordu bakışları, bulunduğu konuma karşı, diğer çocuklarla beraber yaşamaya, onlar yüzünden engellenmeye, onlarla aynı şeyleri yapma zorunluluğuna karşı. Diğerleri iki kelimede teselli olup kendi oyunlarına devam ederken, Mehmet'i hiçbir süslü laf teselli etmiyordu, edemiyordu. Hayatın anlamını elbette henüz çözememişti ama diğerlerinden çok daha iyi biliyordu hayatın nasıl bir şey olduğunu. Diğerleri bana küstüler telefonu vermediğim için. O da sadece birkaç dakika. Ama Mehmet bana küsmedi, kızmadı. O hayata kırılmıştı.

Ve piknik alanında sinir krizi geçirdi Mehmet. “Anne” dedikleri bakıcı kadın onu azarlamıştı. Bu ufak etki, son damlaydı ve büyük bir tepki doğurmuştu. Mehmet deli gibi çırpınıyordu. Öyle güçlüydü ki o minik kolları, zor zaptediyordum. Haykırıyordu, isyan ediyordu, bağıra bağıra ağlıyordu Mehmet. Gözlerinin içine baktım, beni tanımıyor gibiydi. Belki de benden utanıyordu o sırada. Ambulans geldi, yarım saat sonunda sakinleşti. Günün sonunda Mehmet hakkında “yaramaz bir çocuk” deyip geçtiler. Mehmet yaramaz bir çocuk değildi. 10 yaşında her şeyin farkına varabilen bir akılla cezalandırılmıştı sadece. Fazlasıyla zeki ve duygusaldı. Mantığı ve duyguları taşımak biz yetişkinler için bile zorken Mehmet o minicik kalbiyle bunun üstesinden gelmeye çalışıyordu. Üstün zekâsı ve algılarının açık olması bir lütuf muydu ona? 10 yaşında hayatı bu denli iyi anlayan bir çocuk sizce şanslı bir çocuk mudur?

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

ACİZLİĞİYLE ÖVÜNEN İNSAN

Felsefe tarihi boyunca insan doğasına ilişkin sabit bir tanım getirmek, filozoflar için vazgeçilmez bir uğraş olmuştur. Standart felsefe...

Comments


bottom of page